Burası Atina… Zeus’un kızı Athena’nın şehri. Komşumuzun başkenti. İstanbul’dan uçakla sadece 1 saat 10 dakika uzaklıkta. Bir bakışta “Aynı biz!”, bir bakışta “Eh onlar Avrupalı”… Şu kesin ki, tarihi ve kültürel miraslarını koruma konusunda bizden çok daha ileriler ve Atina buna iyi bir örnek. Burada Antik Yunan’ın ruhunu bugün de hissedebiliyorsunuz. Eski ve yeni iç içe ve birbiriyle uyumlu… Sık sık eski kalıntılar ve eserlerle karşılaşıyorsunuz. Şehre tepeden bakıldığında uyumu bozan bir tane bile yapı yok. Gelin gezmeye başlayalım…
Atina’nın en özel ve kutsal yeri, Akropolis. “Şehrin en yüksek noktası” anlamına geliyor. Buraya gittiğinizde, şehre yukarıdan bakan bir tepe üzerine inşa edilmiş tapınaklarla, yani; tanrı ve tanrıçaların evleriyle karşılaşıyorsunuz. Akropolis, Atinalılar için hep kutsal bir yer olmuş. İlk kez M.Ö. 13. yüzyılda surlarla çevrilmiş ve o kadar devasa surlar yapılmış ki halk bunlara Yunan mitolojisindeki doğa üstü yaratıklar tarafından yapılmış anlamına gelen “Cyclopean” adını vermiş. Buradaki tapınaklar tarih boyunca farklı amaçlarla kullanılmış, yenilenmiş, yangın veya savaşlarda zarar görmüş, yıkılmış ama tekrar tekrar inşa edilmiş ve hep şehrin gücünü sembolize etmiş. Kutsallığı nedeniyle 1833’te Yunan Devleti’nin kuruluşundan itibaren Akropolis’in restorasyonu çok önemli bir milli hedef olarak kabul edilmiş. Restorasyonlar günümüzde de devam ediyor. Buradan bütün şehri seyredebilirsiniz. Akropolis aşağıdan da çok güzel görünüyor, gece de ışıklandırılıyor.
Akropolis metro istasyonunda eserler sizi karşılamaya başlıyor.
Akropolis’te bir de Odeon of Herodes Atticus isimli bir açık hava tiyatrosu var ki burası antik çağlardan beri kullanılan ve bugün de konserlere ev sahipliği yapan muhteşem bir mekan.
Akropolis’teki en büyük ve görkemli tapınak ise meşhur Parthenon. Parthenon’daki kadar fazla sayıda heykelle donatılmış başka bir Yunan tapınağı daha yok. M.Ö. 447’de inşasına başlanan ve 15 yılda tamamlanan, Tanrıça Athena’ya adanmış olan bu tapınak, şehrin güç ve görkeminin sembolü olmuş. Eskiden Parthenon’un içinde tam ortada Athena’nın 13 metrelik, tahta, altın ve fildişinden yapılmış bir heykeli varmış. Bazı dönemler kilise ve cami olarak da kullanılan Parthenon, 1687’de Venediklilerin kuşatması sırasında paramparça olmuş. 19. yüzyılda ise İngiltere’nin İstanbul Büyükelçisi Lord Elgin, Parthenon’un birçok heykelinin de aralarında bulunduğu bazı eserleri Akropolis’ten British Museum’a götürmüş. 1900’lerin başında restore edilen tapınakta restorasyon çalışmaları 1983’te tekrar başlamış ve hala sürüyor.
Açık havada bu tapınakların arasında olmanın verdiği etkileyici deneyimi yaşadıktan sonra, Akropolis Müzesi’ni de gezmenizi tavsiye ederim. Bazı eserlerin orijinalleri Akropolis Müzesi’ne taşınmış ve orada sergileniyor. Akropolis alanında ise kopyaları var. Örneğin, Erechtheion Tapınağı’ndaki “Caryatid” isimli genç kız heykelleri… Atina Kralı Kekrops’un mezarının üstündeki damı taşıyan bu heykeller, ona duyulan hürmetin bir göstergesi olarak yerleştirilmiş. Müzede Akropolis’le ilgili daha fazla bilgi sahibi olabilir, eserleri yakından inceleyip müze mağazasından da kitap ve hatıra eşyaları alabilirsiniz.
Akropolis’in hemen yakınındaki Antik Agora’yı da gezmenizi öneririm. Burası eskiden vatandaşların ana toplanma yeri ve kamusal yaşamın kalbiymiş. Demokrasinin doğup geliştiği yer olarak kabul ediliyor.
Demokrasi kelimesi, demos (halk) ve kratos (güç, iktidar) kelimelerinin birleşmesinden oluşmuş. Akropolis’in girişindeki bir tabelada şöyle yazıyor: “Antik Atina’nın kalbi olan Akropolis ve çevresindeki arkeolojik alanlar, demokrasi, felsefe, tiyatro, bilim, sanat gibi Avrupa kimliğinin en önemli özelliklerinin doğduğu yerdir. Avrupa tarihi ve kültüründe oynadığı bu önemli rol sebebiyle Avrupa Birliği’nin Avrupa Mirası listesinde yer almaktadır. Avrupa burada başlıyor!” Bu yazı ve özellikle de son cümle beni düşündürüyor. Genelde coğrafi olarak Avrupa’nın başlangıcını Türkiye olarak kabul eder ve öyle kabul edilmesini isteriz. Ancak Avrupa Birliği’nin değerleri bakımından başlangıç noktası burası oluyor. Bu arada Olimpiyat Oyunları’nın M.Ö. 776 yılında Yunanistan’daki Olympia Antik Kenti’nde başladığını da not edelim.
Peki Atina ismi nereden geliyor? Efsaneye göre, Zeus’un kızı zeka ve bilgelik tanrıçası Athena ve deniz tanrısı Poseidon şehrin patronu olmak için birbirleriyle yarışmış. Poseidon halka deniz ticaretinin getireceği muazzam bir zenginlik vadetmiş, Athena ise bir zeytin ağacı dikmekle yetinmiş. Halk zeytin ağacını tercih edince de şehrin patronu Athena, ismi Atina olmuş. Bu topraklarda eskilerden beri zeytine ne kadar değer verildiğini ortaya koyan bir hikaye… Ünlü Antik Yunan şairi Homeros da zeytinyağına “sıvı altın” dermiş. Zeytin ve zeytinyağı Yunanistan’da tabii ki yemeklerde çok kullanılıyor ve gayet lezzetli. Bugün de Akropolis’teki Erechtheion Tapınağı’nın hemen yanı başında bir zeytin ağacı var ve bu ağacın Athena’nın diktiği o kutsal zeytin ağacı olduğuna inanılıyor. Athena’nın sembollerinden biri zeytin dalı, diğeri ise baykuş. Tanrıçanın kutsal kuşu olan baykuşun bilgelik sembolü olarak bilinmesi de herhalde buradan geliyor. Poseidon’un Athena’yla yarışması sırasında mızrağıyla kayada bıraktığı izin de Erechtheion Tapınağı’nda olduğuna inanılıyor.
Atina’da gezebileceğiniz güzel bölgelerden biri, Plaka. Akropolis’e çok yakın. Burada şirin evler, kafeler, dükkanlar var. Renkli ve sempatik sokaklarda dolaşabilir, ufak hatıralar alabilirsiniz. Plaka’ya gittiğinizde mutlaka uğramanız gereken bir mağaza önermek istiyorum. Adrianou Sokağı’ndaki Protasis isimli bu mağazada çok güzel, orijinal, farklı malzemelerle yapılmış rengarenk takılar var. Hem kendinize hem sevdiklerinize hediye olarak alabilirsiniz. Plaka yakınlarındaki Ermou Caddesi ise sadece yayalara açık bir alışveriş caddesi, burada tanıdık markalar var. Ermou üstündeki 11. yüzyıldan kalma küçük şirin Panagia Kapnikarea Kilisesi’ni de görmeden geçmeyin. Önünde bir laternacı duruyor, müzik çalıyordu.
Atina’da yemekler hem çok tanıdık hem de çok lezzetli… Monastiraki’deki restoranlarda yoğurtlu kebap çok popüler. “Yoğurtlu kebap” şeklinde Türkçe olarak yazılıyor. Monastiraki’de Adrianou Sokağı 25 numaradaki Antica Cafe Restaurant’ta musakka, caciki, dolma, karides saganaki yedik ve hepsi çok lezzetliydi. Tavsiye ederim. Atina’da insanlar dışarıda oturmaktan, yemek yemekten ve birşeyler içmekten keyif alıyor. Sokaklarda hayat var ve bu enerji size de geçiyor. Bir de unutmadan; portakallı revaniyi tadabilirsiniz.
Antica’da bizimle ilgilenen garsonun Türk olduğumuzu öğrendikten sonra basketboldan bahsederken Darüşşafaka’yı tanıdığını söylemesi de çok hoşuma gitti. İstanbul’un çok güzel olduğunu duyduğunu, gelmek istediğini ve Türkleri çok sevdiğini söyledi. Genel olarak kime Türk olduğumuzu söylesek, çok sıcakkanlı davrandılar ve Türkler, Türkiye ve İstanbul hakkında olumlu şeyler söylediler. Soyadı “oğlu” ile biten bir eczacıyla da sohbet ettik ve kendisi Mersin’den geldiğini, İstanbul’u çok beğendiğini söyledi. Aramızda çok bağlantı var.
Monastiraki Meydanı’ndaki cami dikkatinizi çekebilir, Cizderiye Camii adındaki bu Osmanlı camisi 1759 yılında inşa edilmiş.
Syntagma Meydanı’ndaki Parlamento Binası’nın önünde duran Evzon askerlerinin nöbet değişimi seremonisi bekleyip izlemeye değer. Gerçekten çok ilginç, dans performansı gibi… Zaten her zaman fotoğraf ve video çeken bir kalabalığın önünde nöbet değişimi yaptıkları için bir performans sergiler gibiler… Kıyafetleri de çok orijinal.
Atina’da, İstanbul’daki kadar fazla olmasa da kediler gördüm, özellikle Akropolis çevresinde epey kedi yaşıyor.
Atina’da metroyu kullanarak kolayca ulaşımınızı sağlayabilirsiniz. Şehirde dikkatimi çeken şeylerden biri de çok grafiti olmasıydı. Tamamen grafitilerle kaplı metrolar bile vardı.
Atina’ya gitmişken Pire’yi de gezebilirsiniz. Pire Limanı, Antik Yunan’da olduğu gibi bugün de çok işlek ve kalabalık. Burada Pasalimani ve Mikrolimano adlı koylara gitmenizi öneririm. Pasalimani ismi Osmanlı döneminde Atinalı paşaların buraya yüzmeye gelmesi nedeniyle konmuş. Yunan bayrağıyla uyumlu mavi-beyaz manzaralara bakarak sahil boyunca yürüyüş yapabilir, birşeyler yiyip içebilirsiniz. Mikrolimano’da bir restoranda deniz ürünleri, yunan salatası ve şarap veya uzoyla lezzetli bir yemek yiyebilirsiniz. Burada Michelin yıldızlı restoranların da bulunduğunu öğrendim.
Ayrıca Cartéλ (Cartel) isimli kafe çok popüler olmalı, çünkü çok kalabalıktı, burada çalışan bir garsondan aldığım bilgiye göre tüm Atina’dan buraya geliyorlarmış. Çoğunlukla gençler vardı ve Yunan pop müziği çalıyordu, kahveler, frappeler içiliyordu. Bir de çikolatalı sosla kaplanmış üç katlı kocaman pancake’ler yapıyorlar. Liman kıyısında güzel manzara eşliğinde burada oturabilirsiniz. Buraları Bodrum’a benzettim. Bu arada en köklü Yunan spor kulüplerinden Olympiakos’un kuruluş yeri ve evi de Pire.
Yunan alfabesi, farklı olduğu için insanda bir yabancılık hissi yaratıyor şüphesiz ama hemen hemen her önemli yazının altında latin alfabesiyle yazılmış versiyonu da var. Ayrıca birkaç gün sonra Yunan alfabesini çözmeye başlayıp da kelimeleri okuyabildikçe insan çok mutlu oluyor.
Atina’da nazar boncuğuna sık rastlamak da beni mutlu etti! Genel olarak bizimle çok benzerlikler taşıyor, diğer komşularımızı ziyaret etmedim ama belki de Türkiye’ye en çok benzeyen ülkedir diye düşündüm Yunanistan için… Teşekkürler! Efcharisto!